Her şey 1995 yılı genel seçimlerinde Refah Partisinin % 21 oy alıp 142 milletvekili ile meclise girmesiyle başladı. Yüzde sekiz civarında bir oy oranına sahip olması öngörülen, siyasal İslâmcı marjinal parti beklenilenin çok üstünde oy almış ve bir şekilde koalisyonun büyük ortağı oluvermişti. Batının hiç de hoşuna gitmeyen politikalar üreten genel başkan Necmettin Erbakan iç ve dış mihraklara rağmen başbakan olmuş ve keyif kaçırıcı teşebbüslere başlamıştı. Normal şartlarda 1950’lere gelindiğinde Türkiye’de İslâm’ın adından başka bir şeyinin kalmaması gerekiyordu. Bu yönde her türlü tedbir alınmış, yasal düzenlemeler yapılmış, yargı erki âdeta kızgın bir demir gibi kullanılmıştı. Osmanlı yıkılmış, hilafet kaldırılmış, mabetler ve o mabetlere adam yetiştiren medrese ve dergâhlar kapatılmıştı. Dini bilen hocalar ya susturulmuş ya da küstürülmüştü. Harf inkılabı yapılmış, Kur’ân-ı Kerîm okunması yasaklanmıştı. Dini eğitim neredeyse tamamen yok edilmişti. Ama belli ki tehlike devam ediyordu. Başbakan Erbakan bir konuşmasında “İmam Hatipler bizim arka bahçemiz” demişti. Bir de üstüne üstlük rejimle sorunlu olduğu düşünülen birçok cemaat lideri başbakanlık konutuna çağırılmış ve âdeta gövde gösterisi yapılmıştı.
Kendilerini ülkenin gerçek sahibi kabul edenler ve onların uşakları bu partinin muhtemel oy kaynaklarını kurutmak için alelacele politikalar geliştirmeye başladılar. Zorunlu eğitim sekiz yıla çıkarılarak İmam Hatip Liselerinin orta kısmı kapatılmış, öğrenci sayısı beş yüz binleri bulan Kur’ân Kurslarının birçoğu öğrenci bulamadığından kapanmıştı. Oysa yapılan bir araştırmaya göre seksenli yılların sonlarına doğru gelindiğinde Türkiye’de İlkokulu bitiren her üç öğrenciden biri Kur’ân Kursuna gitmeye başlamıştı. Çok yakında ülkedeki hafız sayısının bir milyonu bulacağı öngörülmekteydi ki bu UNESCO’nun dikkatini çekmişti.
O yıllarda YÖK bünyesinde İlahiyat Milli Komitesi kurulmuş, İlahiyat Fakültelerinin müfredatının yeniden düzenlenmesi talimatı verilmişti. Buna göre hazırlık sınıfları kaldırılmış, öğrencilerin Arapça öğrenmelerinin âdeta önüne geçilmişti. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmeni yetiştirme görevi İlâhiyatlardan alınıp Eğitim Fakültelerine verilmişti. Öte yandan MGK bünyesinde bir komisyon oluşturulmuş, yapılan operasyonların ve geliştirilen politikaların İslâm’ı değil, siyasal İslam’ı, fundamentalizmi hedef aldığı, başörtüsünün siyasal bir simge olduğu, İslâm’da aslında başörtüsünün farz olmadığı söylemleri ilgili İlahiyat profesörlerince her türlü platforma dillendirilmeye başlamıştı.
Ve İlitam Kuruluyor..
Ankara Üniversitesi tarafından önerilen İlahiyat Lisans Tamamlama (İLİTAM) programı Yüksek Öğretim Genel Kurulu’nun 11.03.2005 tarihli toplantısında kabul görerek onaylanmış ve hemen harekete geçilmişti. 1402 sayılı sıkıyönetim kanununa istinaden Üniversitedeki görevine son verilen ve daha sonraki yıllarda Ankara Üniversitesi Rektörlüğüne getirilen Prof. Dr. Nusret Aras İlitam editörler toplantısında özetle şu cümleleri sarf ediyordu:
“Siyasal İslâmcı bir partinin iktidara gelmesi Laik Türkiye için bir tehdit oluşturmaktadır. Bu partinin oy kaynakları dikkatle incelenmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde görev yapan 35.000 din görevlisinin İmam Hatip mezunu olduğu, Lisans düzeyinde bir eğitim almadığı tespit edilmiştir. Bu hedef kitle Laik Cumhuriyetin teminatı olan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi programlarından mutlak surette geçirilmelidir. Bu proje aynı zamanda Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçasıdır. Bu sebeple ABD Başkan Yardımcısı DickCheney bu ilitam projesini yakından takip etmektedir.”
Aynı toplantıda söz alan İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mualla Selçuk da yaptığı konuşmada İlitam projesinde yer alan öğretim üyelerinin “Türkiye’deki din anlayışını şekillendirecek kadro” olduğunu dile getiriyordu. Nitekim daha önceden yıllarca Din Öğretimi Genel Müdürlüğü yapmış olan aynı Dekan, Üniversite’nin eğitim öğretim yılının başında icra edilen açılış dersinde “İlâhiyat fakültelerinin dini bilen ama dinci olmayan kimseler yetiştirmekle görevli olduğunu, dindar insan yetiştirmek gibi bir amacının bulunmadığını” ifade ediyordu.
Müfredat belirlenmiş, kitaplar yazılmış, teknik alt yapı hazırlanmış ve öğrenci kaydı başlamıştı. İlitam projesi sadece Ankara İlahiyatın tekelindeydi. Türkiye genelinde 10 merkezde ve Almanya’da dersler veriliyor, sınavlar yapılıyordu. İlk bakışta herkes bu işten memnundu. Maliyeye ve rektörlüğe yeni bir gelir kapısı açılmıştı. Bu iki kurum öğrenciden alınan paranın çoğuna el koyuyordu. Öğrenciler de büyük bir iştiyakla İlitama başvurdular. Sınırlı sayıda öğrenci alınabildiği için DGS sınavında başarı gösterenler programa kabul ediliyordu. Din görevlileri artık Fakülte mezunu olabilecekler, belki de vaiz ya da müftü olma şansı yakalayacaklardı. Bu durum da onların iştahını kabartıyordu.
Kitapları okuyup, hocaları dinlemeye başlayan diyanet personeli öğrendikleri ve duydukları karşısında önce biraz şaşırıyor, daha sonra ise “demek ki işin aslı buymuş” deyip kendilerini cahillikle suçluyorlardı. Yavaş yavaş tasavvufun dinle bağdaşmadığını, rabıtanın şirk olduğunu; İslâmı yaşayışta tek bir mezhebe bağlı kalmanın gerekmediğini; ehlisünnettin de diğerleri gibi sıradan bir mezhep olduğunu ve aslında birçok handikabının bulunduğunu; Osmanlı’nın geri kalmasının en büyük sebeplerinden bir tanesinin medreselerde felsefe eğitiminin hak ettiği yeri bulamaması olduğunu; hadislerin sadece senet itibariyle değil, metin itibariyle de kritize edilmesi gerektiğini, bir hadisin sahih olup olmadığını öğrenmek için Kur’ân’a arzın yeterli olmadığını, akla da arz edilmesi gerektiğini; İslâm’ı doğru anlamak için önceki dönemlerde yaşamış ulemanın ipoteğinin kaldırılması gerektiğini; Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinin tarihsel olduğunu, kuru kuruya Kur’ân metni okumanın hiçbir anlam ifade etmediğini…öğrenmeye başlamışlardı.
İşler yolundaydı, maksat hâsıl oluyor, kafalar karışıyor, hem metinlere hem de ulemaya güven giderek sarsılıyordu. Birkaç yıl böyle devam ederken başka fakülteler de seslerini yükseltmeye başlamış, kendilerinin de İlitam programı açmak istediklerini dile getirmişlerdi. Nitekim diledikleri oldu ve birçok İlahiyat Fakültesi kendi bünyesinde İlitam programı açmaya başladı. Bu hem pastanın daha çok kimse tarafından paylaşılması demekti hem de farklı söylemlerin ve aksi söylemlerin öğrenciye ulaştırılması anlamına geliyordu. Baştaki “din anlayışını şekillendirme” düşüncesi kontrolden çıkabilirdi. Ama asıl sorun öğrenci profilinin değişmesiyle başladı. İlitam programlarının sayıca artması, programa katılım için aranan şartların esnetilmesi, puanların düşürülmesi vs. doğuda ve batıda özel din eğitimi almış, klasik medrese usulünce ders görmüş, icazet almış öğrencilerle hocaları karşı karşıya getirmeye başladı. Öğrenciler daha önceki yıllardakine pek benzemiyor, derse hazırlıklı geliyor, hocaların birçok görüşüne itiraz ediyor, öne sürdükleri argümanlarla öğretim üyelerini müşkil duruma düşürüyorlardı. Öte yandan sistem oturmuş, birçok öğrenci soru şeklini, konulardan ne gibi soruların gelebileceğini çözmüştü ve İlitam sadece diploma veren bir kurum halini almıştı.
Bugüne geldiğimizde ilitam mezunlarının müftü, vaiz, uzman kadroları almalarının yanı sıra yüksek lisans ve doktora programlarından da mezun olmaya başladıklarını görmekteyiz. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde görev almış birçok nitelikli elemanın İlitam mezunu olduğu bilinmektedir. Mezuniyet sonrası öğrencilerin meslekî yeterlilik sınavlarına başvurularında özel eğitim almış ilitamlıların örgün eğitimden geçmiş İlahiyat mezunlarına nispetle oldukça başarılı oldukları bilinmektedir. Özellikle Haseki tarzı Diyanet Eğitim Merkezlerince yapılan giriş sınavlarında İlitam mezunlarının açık ara önde oldukları, medreselerde almış oldukları eğitimlerinin sağlamış olduğu avantajla örgün eğitimden gelen öğrencilere pek de fırsat bırakmadıkları görülmektedir.
Gelinen bu nokta ilitam projesinin ilk sahiplerini rahatsız etmiş ve bu programın kapatılmasını ister hale getirmiştir. Zira asıl öğrenciler kadro almakta güç duruma düşmekte bu da Fakültelere rağbeti düşürmektedir.
Aslında bu fiili durum ülkemiz eğitim sistemindeki çarpıklığın tipik bir göstergesidir. Normal şartlarda liseyi bitiren bir öğrenci özel eğitim almazsa üniversitede istediği bir yere giremediği gibi, birçok branşta ilgili fakültelerden mezun olmak yeterli olmamakta, mutlaka ya mesleğe kabulden önce ya da sınavda başarı gösterdikten sonra özel eğitim süreçlerinden geçmek zorunluluğu doğmaktadır. Mesela bir camiye imam ya da müezzin olmak için İmam Hatip Lisesi eğitimi asla yeterli olmamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu kimseleri yeterli hale getirebilmek için birçok özel program geliştirmek zorunda kalmakta bu da ülkemizin hem maddi yönden zararına hem de zaman ve enerji kaybetmesine yol açmaktadır. Devletin hangi kurumunun ne tür donanıma sahip bir elemana ihtiyacı varsa bunu belirtmeli ve bu kimselere iki kez eğitim verme külfetinden kurtulmalıdır. Buna göre Diyanet İşleri Başkanlığı kendi personelini kendi yetiştirmeli, bu programlara katılan kimseler baştan itibaren icra edecekleri mesleklerinin ilgili programlarına bilerek ve isteyerek katılmalıdır.
Türkiye’de İmam Hatip Liselerinde okuyan öğrencilerin nerdeyse yüzde doksan beşi İmam ve hatip olmak istememektedir. Bu kimselerin ya da velilerinin bu okulları seçmelerindeki asıl sebep normal eğitimde alamayacaklarını düşündükleri manevi değerler eğitimini bu okullar yoluyla elde edecekleri düşüncesidir. Öte yandan birçok veli manevi değerler eğitimine önem vermesine rağmen okulların adının İmam Hatip olması sebebiyle öğrencilerini bu okullara göndermemektedir. Bu sebeple 1950 öncesi şartlarının zorunlu kıldığı “İmam-Hatip” ifadesi yeniden gözden geçirilmeli, normal müfredatın yanı sıra manevi değerler eğitimi de veren okullar maksadı daha güzel ifade eden isimlerle açılmalıdır. Böylece “İmam Hatip Fen Lisesi” gibi anlaşılması oldukça güç isimlendirmeler de trajikomik birer anı olarak geçmişte kalmış olacaktır.
KALIN SAĞLICAKLA
GENEL YAYIN YÖNETMENİ