Toplumsal bir varlık olan insanın, hayatını sürdürebilmesi için öncelikle kendini güvende hissedeceği, haklara sahip olduğu, sorumluluklar yüklendiği ve böylece sınırlı da olsa bir özgürlük ve yaşam hakkı elde ettiği sistemli birlikteliğe DEVLET diyoruz. Bir devlete sahipseniz, sahip olduğunuz diğer şeylere de sahipsiniz demektir. Şayet bir devletiniz yoksa, size ait olduğunu düşündüğünüz şeylerin hiçbir değeri ve güvencesi yoktur.
Bir devletin varlığı ise üç temel unsurun varlığına bağlıdır: Vatandaş-Vatan ve Hürriyet.
Asl olan bir devlete sahip olmaktır. Bununla birlikte devlet halkın hizmeti için vardır. Halk, devletinden hizmet görmeli, varlığı ile kendini güvende hissetmelidir. Nitekim Mecelle’de “Raiyye üzerine tasarruf maslahata menûttur”(md.58) denmektedir. Yani kamu yararı yoksa halk adına hiçbir tasarrufta bulunamazsınız. Teorik olarak bu böyle olmakla birlikte çok eski zamanlardan beri dengelerde, hedeflerde sapmalar meydana gelmiş, bir şekilde devletin yönetimini ele geçirenler, devletin sahip olduğu gücü kendi güçleri, halkı da kendi köleleri gibi görmeye başlamışlardır. Gücü eline geçiren, kendinde “hak” olanı belirleme yetkisi de bulmuş ve zamanla hukuk, hakkın değil gücün üstün olduğu bir baskı aracına dönüşmüştür. İşte böyle ortamlar halkta Cumhurî idare, temsilde adalet düşüncelerini doğurmuş, özellikle batıda devlet denen gücün temelinde toplumsal bir anlaşmanın var olduğu fikri öne sürülerek, kendini devletin sahibi zannedenlerin keyfî uygulamalarının önüne geçilmek istenmiş, kimsenin kimseden üstün olmadığını, yönetenle yönetilenin aynı hak ve sorumluluklara sahip olduğu, yöneticilerin de hesap vermeleri gerektiği, hiç kimsenin le yüs’el olmadığı fikri teorik olarak dillendirilmeye başlamış, gerçekten böyle bir devletin kurulabileceğine halklar yavaş yavaş inandırılmıştır.
İnsanoğlu hesap vereceği bir makam olmadığı sürece gücünü kontrol edemez, fani olanı bâkî zanneder ve güç zehirlenmesi ulûhiyet iddiasına varacak kadar tehlikeli boyutlara ulaşabilir. Kimsenin kimseden üstün olmadığının, kanun önünde herkesin eşit olduğunun en güzel örneği, her örnekte olduğu gibi yine Kâinatın Efendisindedir. Resûl-i Ekrem Efendimizin vefatından önce irad ettiği hutbede “Kimin bende bir hakkı varsa işte sırtım” buyurduğu ve Hz. Ukkaşe’nin kısas talep ettiğini bilmeyen yoktur. Hz. Ebû Bekir halife seçildiğinde “Hak üzere olduğum sürece bana itaat edin, haktan saparsam beni kılıçlarınıza düzeltin! Ben Allah’a itaat ettiğim sürece siz de bana itaat edin. Ben itaat etmez olursam, siz de bana itaat etmeyiniz. Hakkını kendine teslim edinceye kadar en güçlünüz bana göre mağdur olanınızdır, en zayıfınız da kendisinden hak edileni alıncaya kadar kendini güçlü zannedeninizdir.” demiştir.
Mısır valisi Amr b. el-Âs’ın oğlu haksız yere bir köleye vurunca olaydan haberdar olan Hz. Ömer, kısasa hükmetmiş ve Amr b. el-Âs’a hitaben: “Ne zamandan beri analarından hür doğan kimseleri kendinize köle edindiniz?” demek suretiyle kanun önünde eşitliğin en güzel örneklerinden birini ortaya koymuştur. Dolayısıyla devletin temeli adalettir. Nitekim Hz. Ömer’in: “Adalet mülkün temelidir” özdeyişi herkesin malumudur.
Bir devlette üstün olan hak ise, hiç kimsenin hukuktan şüphesi yok ise, yönetici kendini herkesten güçlü görmüyorsa, zayıf olan kimseler de hakkını aramaktan çekinmiyorsa bu devletin yönetim şeklinin illa da Aristo’nun tanımladığı şekilde bir demokrasi olması zorunlu mudur? Zulmün kol gezdiği bir demokratik sistemde yaşayanlar, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, varır da adl-i ilahî sorar Ömer’den onu” diyen Hz. Ömer’in yönettiği devletteki kimselere acıyarak mı bakacaklardır? Zavallılar hala Cumhuriyete geçememişler, hala demokrasiyi ülkelerine hâkim kılamamışlar mı demeleri gerekir? Yanı başımızdaki Suriye devletinin tam adı Suriye Arap Cumhuriyeti’dir. Yöneten zalim ise yönetim şeklinin pek bir önemi kalmamaktadır. Dolayısıyla yine Aristo’nun dediği gibi demokrasi bizatihi erdem değildir. Erdemlilerin yapması halinde demokrasi sayıca az olan (5.000 kişi) kimselerce uygulandığında ideal bir yönetim şekli olabilir.
Şu halde toplum için asıl vazgeçilmez olan, adalet temeli üzerine kurulu bir devlete sahip olabilmektir. Halkı için var olmalı, halkın hizmetinde olmalı ve güven vermelidir. Ehem ve mühim bir birine karıştırılmamalı, yönetim şekli devletin bizatihi kendisinden daha önemliymiş gibi bir dayatmaya gidilmemelidir.
Ülkemiz özelinde konuyu ele alacak olursak, padişah III. Murat ve Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa zamanında yaklaşık 20.000.000 km² ye ulaşan topraklarımız, 1683’teki II. Viyana kuşatmasıyla başlayan, 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça antlaşmalarıyla devam eden bir küçülme sürecine girmiştir. Küçülmenin ya da gerilemenin üzerinde kafa yoran devlet adamlarından bazıları çareyi bize galip gelen devletlere benzemekte bulmuş, İbn Haldun’un dediği gibi celladına aşık olmuş ve çağdaş ifadeyle Stockholm sendromu yaşamaya başlamıştır. 300 yıl önce başlayan bu batılılaşma sevdası karşısında en büyük engel olarak din yani İslâm görülmüştür. Müslüman Türk milleti 300 yıldır adeta devletle din arasına sıkışmış ve devleti kurtarmak adına hep dinden taviz verme yolunu seçmiştir. İnsaftan nasibi olmayanlar dini doğrudan geri kalmışlığın sebebi görürken, daha mutedil düşünenler “hele devleti bir kurtaralım da…” düşüncesiyle yine aynı tarz-ı siyaseti ister istemez kabul etmişlerdir. Ve böylece 300 yıldır Necip Fazıl’ın dediği gibi:
“Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden / Din de gitti dünya da gitti elimizden”. Geldiğimiz noktada elimizde 783.562 km² lik bir vatan kaldı, bir de Cemil Meriç’in dediği gibi o kadarını bile bölmek için çaba sarf eden bolca vatan haini.
Pekiyi nereden çıkmıştı bunca vatan haini? 1720’de başlayan Batılılaşma sevdası 1839’a yani Tanzimat’a gelindiğinde âdeta geri dönüşü olmayan bir resmiyet kazanmış, birçok gayrimüslim bizzat devlet yönetiminde önemli yerlere getirilmiş ve çok büyük bir erdemmiş gibi sloganlaştırılan meşhur sihirli cümle âdeta iman esası gibi benimsenmişti. “Ötekileştirmeyeceksin!”. Allah ötekileştirdikten sonra, Kur’an ötekileştirdikten sonra, Resullullah ötekileştirdikten sonra sen ötekileştirsen ne olur, ötekileştirmesen ne olur? Artık bu slogan yerleşmişti. Halk “Bundan sonra gavura gavur demek yasakmış” deyivermişti ve haklıydı. Müslümanların hâmisi, baba evi, insanlığın son kalesi yıkılmalıydı, düşman yamandı, sinsiydi. Bir kere tutulmuştuk batılı olma sevdasına. Tanzimatın ilanından otuz yıl ancak geçmişti ki vatanımızda açılan yabancı okul sayısı 600’ü bulmuştu. Bir kaçı hariç hemen hiçbiri müslüman öğrenci kabul etmiyordu. Elli küsur yıl hep gayrimüslim çocuklarını okuttu. Gün oldu, devran döndü ve bir gecede, çıkarılan bir kanunla hepsi müslüman Türk kimliği alarak aramıza karışıverdi. Tanzimatta eşit hale gelen azınlıklar Cumhuriyet Türkiyesinde devletin en önemli mevkilerine getirildiler. Böylece roller değişti. Bu vatanın gerçek sahipleri “Beyinleri ürperten inkilapla” fiilen azınlık muamelesi görmeye başladı.
Burada İnkılap Tarihini anlatacak değiliz ancak aklımıza takılan bazı soruları dillendireceğiz. Biz Cumhuriyeti “Hâkimiyetin kayıtsız, şartsız millete ait oluşu” diye öğrendik. Türkiye Büyük Millet Meclisi duvarında yazılı olan “Hüküm ancak Allah’ındır (Yusuf, 40)” tabelası indirilmiş yerine “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazısı asılmıştı. Bu Cumhuriyetti. Sonradan bu ifade güncellendi ve “Egemenlik ulusundur” a dönüştü. Aynı manayı karşılıyor mu? Bu yazının konusu değil. Biz Cumhuriyeti anlamaya çalışalım. Çünkü kafamızda hâkimiyetin millete ait olduğu düsturu ile hiç de örtüşmeyen ve izah edemediğimiz tarihi ve güncel olaylar var.
Türkiye’de ilan edilen Cumhuriyet miydi? Yoksa Cumhuriyet Halk Partisinin Parti Programı mıydı?
Öncelikle Cumhuriyetin ilan edildiği tarihteki göremediğimiz cumhur kafamıza takıldı. Gazi Paşa’nın 28 Ekim gecesi Çankaya Köşkündeki sofrada “Arkadaşlar yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” sözüyle süreç başlamıştı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Oylamaya katılan 158 milletvekilinin tamamı kabul oyu verdi. Oysa toplam milletvekili sayısı 382 idi. Sabih Kanadoğlu henüz doğmadığından hiç kimse bu sayısal tuhaflığın üzerinde durmadı. Ha bu arada bu milletvekilleri Ankara’dan doğru belirlenmiş, bir çoğu vekili olduğu halkı bırakın, o şehri bile hiç görmemişti. Sahi 224 milletvekili nerelerdeydi? 158 milletvekilinin oyuyla ortaya çıkan fiili durum Kanuni Esasîde yapılmış bir anayasa değişikliğiydi. Cumhuriyetin ilanını kabul eden kanun, iç tüzük gereği Resmî Gazete’de yayımlanınca yürürlüğe girmesi gerekirdi ama bu kural da uygulanmadı. Kanun kabul edilir edilmez verilen yeni bir önerge ile cumhurbaşkanlığı seçimine geçilmiş ve Gazi Paşa Hazretleri Cumhurbaşkanı seçilmişti ancak cumhurun bu işten pek de haberi olmamıştı. Bu manzara ister istemez insanın aklına Niccolo Machiavelli’nin düşüncelerini hatırlatıyordu. Machiavelli’ye göre tarihte iki çeşit idare şekli vardı; cumhuriyet ve monarşi. Her ikisinde de, cumhuriyette her ne kadar halk kendisinin idare ettiğini sansa da idare halka dayalı değildi. İpler yine hükümdarın ve ‘akıllı’ kimselerin elindeydi. Cumhuriyette, iktidara gelmek isteyen kimse, finansmana ihtiyaç duyduğundan sermaye sahiplerine yanaşacak ve seçildiği takdirde onların taleplerini yerine getirmek mecburiyetinde kalacaktı. Getirmezse her halükarda iktidardan alaşağı edilecekti. Zenginlerin kaybedeceği bir şey yoktu. Dolayısıyla asıl güç sermaye sahibi akıllarda olacak, fakat halk devleti kendilerinin idare ettiğini düşünecekti. Bu yüzden cumhuriyet, büyük sermaye sahipleri için en ideal rejimdi. Öyle ya bugün bir kimsenin ortaya çıkıp ben de milletvekili olmak istiyorum diyebilmesi için cebinde gözünü kırpmadan harcayacağı küçük bir servetinin olması gerekmektedir. Böyle olunca milletvekilliği belli kimselerin dışındakiler için sadece bir hayalden ibarettir. Sermayenin Cumhurî idarelerdeki yönetime müdahalesi krallıkla yönetilen ülkelere nispetle oldukça kolaydır. Oysa başta bir kral varsa sermayeye muhtaç olsa bile elinin tersi ile bunları kapı dışarı edebilir. Nitekim tarih bunun örnekleriyle doludur.
Cumhuriyet mi Oligarkların İktidarı mı?
Prensip olarak Cumhuriyete karşı değiliz ancak kavramın kullanılarak başka sinsi siyasetlerin yürütülmesi akıllara bazı sorular getirmektedir. Acaba Laiklik kavramının din düşmanlığına alet edilmesi gibi Cumhuriyet kavramı da birilerinin asıl amaçlarını gerçekleştirmek adına takındığı bir maske midir? Cumhuriyetle bağlantısını kuramadığımız sorularımıza cevap aramak Cumhuriyetin bize verdiği bir hak olsa gerektir.
- Bir taraftan antik Mısır’ın Papirüslerini, hiyerogliflerini okuyabilmek için fakülte kurarken, fiilen kullanılan bir alfabeyi yasaklamak Cumhuriyetin bir gereği midir? Bu kararda cumhurun dahli olmuş mudur?
-Sizce bu ülkeyi İngilizler mi yoksa dedelerimiz olan Osmanlılar mı işgal etmiştir? Birinin dilini zorunlu hale getirirken diğerinin yasaklanması nasıl izah edilebilir? Bu milleti özüne yabancılaştırmak ne tür bir cumhuriyet anlayışıdır?
-Lozan’da İngilizlere “İslâmiyeti bu topraklardan sileceğiz” sözü verildi mi verilmedi mi? Verildiyse bu ne hakla, hangi yetkiyle verildi? Verenler kime sordu da verdi? Yok eğer verilmediyse …
-Kur’an-ı Kerîm okutulması neden yasaklandı. Okutan hocalar neden en şiddetli cezalarla cezalandırıldı?
-Birileri çıkıp “Kefenli, kabirli, tabutlu, cehennemli din eğitimi olmaz.” deme cesaretini nereden almaktadır? Rakılı, şiş kebaplı, şampanyalı, totemli, putlu, heykelli mi olacak?
-Ayasofya’yı kapatıp onun yerine açtığınız bira fabrikasını işletebilmek adına “Süt yerine bira için” reklamlarıyla bu milletin çocuklarını alkol bağımlısı yapmadınız mı? Sizce bu Cumhuriyetin bir kazanımı mıydı?
-Hacca gitmeyi yasaklayıp, vücudunu canı pahasına namahrem karşısında teşhir etmeyen Türk kızlarını sütyen külot Avrupa’nın ağzı salyalı zibidilerinin arasına güzellik yarışması bahanesiyle atmadınız mı? Bu mu Cumhuriyetin bize kattığı değer?
-Doğu Roma’nın kalbine İslâm sancağını diken Sultan Fatih’in şahsî malı ve vakfiyesi olan Ayasofya Camii Kebîr’i açılınca neden “Cumhuriyetin kazanımları elden gidiyor” diye yaygara kopardınız? Siz kimsiniz?
-Allah’ın emrettiği şekilde örtünen kimseleri hangi hak ve yetkiyle Arabistan’a kovuyorsunuz? Onlar size hiç “Haydi Atina’ya, Kavala’ya, Selanik’e hatta İspanya’ya geri dönün” dedi mi? “Sizin yeriniz Erivan, aslınız belli” dedi mi?
-Neden resmi bütün bayramlarda gözlerinizle hep dindar insanları aradınız, çetele tuttunuz? Marksistlere, materyalistlere, bölücülere, vatan hainlerine Atatürk’e yaptıkları onca hakarete rağmen neden sesinizi çıkarmıyorsunuz? Hatta partinizde üst düzey yönetici yapmaktan bile vazgeçmiyorsunuz?
-Yunanı denize döktük diye bayramlar yaparken sonradan Venizelos’la kadeh tokuşturup karınızı elin herifinin koluna taktınız. O Venizelos ki, oğlu Sofokles Osman Gazi’nin sandukasını tekmeleyerek “Kalk ey koca sarıklı, koca Osman! Kalk da torunlarının halini gör! Kurduğun devleti yıktık.” diyen bir katildir. Söyleyin siz kimsiniz?
-Herkesin bale yapabilmesi, mayoyla denize girmesi mi cumhuriyetin kazanımı? Her kız çocuğu ilk okula başladığında, her kadın sandık başına gittiğinde, her genç fikrini özgürce ilan ettiğinde Cumhuriyet bir kez daha ilan edilirmiş. Her başörtülü kız üniversite kapılarından kovulduğunda ülke saltanatla mı yönetiliyordu? Cumhuriyet neredeydi? Mezuniyet törenlerinde kız öğrencilerin başörtüleri parçalanırken cumhuriyet neredeydi? Her kadın sandığa gidip iktidar partisine kendi hür iradesiyle oy verdiği halde koyun, cahil, çoban ilan edildiğinde cumhuriyet neredeydi? Sırf devletinin, milletinin yanında olduğunu haykıran gençlere çomar dendiğinde, troll dendiğinde cumhuriyet neredeydi?
-Çok sözünü ettiğiniz bağımsızlık yoksa sadece dinden bağımsızlık mıydı? Tekrar soruyoruz siz kimsiniz? Bu kimin cumhuriyeti? Siz bu toprakların vatan yapılmasında neredeydiniz? 15 Temmuz gecesi düşman bağımsızlığımızı doğrudan hedef almışken, o Arabistan’a kovmaya çalıştığınız çarşaflı bacımız kamyonuyla köprüdeki cephede yerini alırken siz neredeydiniz? Bu milleti köle, kendinizi ise onların efendisi zannettiğiniz rüya birgün bitmeyecek mi sandınız? Tekrar soruyoruz. Siz kimsiniz?
-Aslında biz sizin kim olduğunuzu çok ama çok iyi biliyoruz. Sultan Abdülaziz’i öldürdünüz ve bu cinayetin hesabını henüz vermediniz. Abdülhamid Hanı vatanla birlikte Yahudi ve masonlara sattınız hesabını vermediniz. Sultan Fatih’in kundaktaki torunlarını, onun aldığı topraklardan kovdunuz, hesabını vermediniz. Bu millet bir gün kim olduğunuzu öğrenecek.
-Cumhuriyet dediniz, devrim yasaları dediniz 30.000 insanı astınız sonra halkın oylarıyla seçilmiş bir başbakan “Geçiş dönemi kanlı mı olacak kansız mı olacak buna bu millet karar verecektir” dedi diye yaka paça iktidardan indirip demokrasiyi yerle bir ettiniz. Ama siz halka sormadan, doğru dürüst yargılamadan, infazdan sonra dosyaları bile doğru dürüst doldurmadan ocakları söndürdüğünüzde buna geçiş dönemi diyerek mızrağı çuvala sokmaya çalıştınız. Siz hangi cumhuriyetten bahsediyorsunuz? Siz bu milletin uçaklarıyla bu milleti bombalamadınız mı? Bu geçiş döneminde dökülen kan bu milletin kanı değil miydi?
-Siz bu milletin kendi öz kültürüne ait olan musikisini yasaklayıp Bethoven’ı, Mozart’ı, Chopin’i zorla dinletmediniz mi? Bu mu halkçılık? Erkeklerin bıyıklarını, kadınların etek boylarını santim santim ölçmediniz mi? Şapka giymedi diye ölmüş kadını mezarından çıkarıp asmadınız mı? Bu mu cumhuriyetin kazanımları?
-Bir yandan Kur’ân’a düşmanlık ederken, öte yandan Zerdüştlerin Avesta’sını okutan PKK’yı bağrınıza basmadınız mı? Bu mu devletçilik, milliyetçilik? Bu mu kazanım?
-Osmanlı zamanındaki son nüfus sayımında ülke nüfusunun neredeyse % 10’u Ermeni iken, nüfusa kayıtlı 90.000 Sabetayist aile varken bir gecede hepsine müslüman kimliği dağıtılması da cumhuriyetin bir kazanımı mıydı? Bir gün gelip gerçek kimliğiniz ortaya çıkmayacak mı zannediyorsunuz?
Gasp zaman aşımı ile hakka dönüşmez.
-Bu defterler açılmadan, ihanetler ortaya saçılmadan, mazlumların dökülen kanlarının hesabı sorulmadan bu ülkede herkes her gece kabus görmeye devam edecektir. Bu milletin bir kısmına hala belli konuları konuşmak yasaktır. Müsademe-i efkâr eşit şartlarda yapılmıyor. Bir taraf arkasına laikliği ve kemalizmi almış aklına geleni söylüyor, ne kadar manevî değerimiz varsa bütün gücüyle hırpalayıp yok ediyor. Öte tarafın ise belli konuları konuşması yasak, sorgulaması yasak, eleştirmesi yasak. Biri el ayak bütün organlarıyla size saldırıyor, masa hakemleri arkasında, diğer tarafın ise ellerini, kollarını kullanması yasak. Haklı olan haktan korkmaz. Varsa cesaretiniz çözün ellerimizi. Çözün de bitsin yalanlar, sahte kahramanlıklar, uydurma kazanımlar. Var mı cesaretiniz?
-Benim verdiğim vergilerle benim değerlerime hakaret edemezsiniz. Siz bizim verdiğimiz canlarımızla elde ettiğimiz zaferleri alet ederek bizim değerlerimizi kapı dışarı ettiniz. Siz dinimize, değerlerimize, mukaddesatımızı keyfinizce söveceksiniz, biz cevap verince halkı kutuplaştırmış olacağız öyle mi? Siz Allah'a kızamadığı için O'na inananlara kızan cühela grubu. Siz imanın 6 esası yerine 6 oku koymuş, bol keseden dağıttığınız vatandaşlıkla getirttiğiniz Yahudi hukukçular marifetiyle bunları anayasaya dahil ederek parti programınızı devletin temeli yaptınız.
Siz Osmanlıcayı Arapça, zencileri Arap, her eskimez harfle yazılan kitabı Kur'ân-ı Kerîm zanneden, hâkim dururken derdini mübaşire anlatan şaşkınlar bandosu! Sizin Türkçülüğünüz sadece İslâm karşısında aklınıza geliyor. PKK'yı görünce vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer şakşakçısı oluyorsunuz.
Şapka takmadığı için asılmayı bekleyen dedelerimizin fotografları cumhuriyetin kazanımları hakkında oldukça aydınlatıcı bilgiler veriyor. Ayağında çarık, elinde tırpanla düşmana karşı direnen dedelerimiz, sonlarının düşman değil, “kendi evlatları” eliyle olacağını nereden bileceklerdi?
Birgün bu ülkeye gerçek Cumhuriyet gelip de dedesinin kanıyla sulanmış bu vatanı kültürel işgalden kurtaracak korkusuyla, okyanus ötesindeki bir ülkenin yeni seçilen başkanından medet umacak kadar ruhunu satmış zavallılar güruhu! Korkunun ecele faydası olmayacaktır. Hak hastalanır ama hak ölmez.
Kalın sağlıcakla…
Alaaddin YETİŞEN
Genel Yayın Yönetmeni