Eski Diyanet İşleri Başkanı ve İslam Düşünce Enstitüsü Başkanı Mehmet Görmez, bir TV kanalında geçmişteki yaşantıya göre bugünün dünyasında “Bizim günahı kebair (büyük günahlar) listemiz değişmiştir. Bütün kitaplarımızda kebair günahlar sayılmıştır: Adam öldürmek, zina yapmak, hırsızlık yapmak vs. Kebair değişti. Tohumun geniyle oynamak, gıda ile oynamak, kimyasal silahlar üretmek… Bunlar eski kitaplarımızda günahı kebair arasında geçmiyor diye bizim oraya sıkışmamamız lazım. Günahı kebairleri Kur'an ve sünneti ele alarak güncellemek gerekiyor.” demiş...
Bende bu açıklama üzerine bugün DEİZM konusunda görüşlerimi sizlerle paylaşacağım.
SİZ DEİZMİ NE SANMIŞTINIZ?
Öncelikle şu gerçeği tespitle başlayalım. Bilgi, insanın yoktan var edebileceği bir değer değildir. Aslı toprak, su, ateş ve hava olan, beyni yumruk büyüklüğünde yağ dokusu, bedeni et, kemik ve kandan ibaret olan insan sıfırdan bir bilgi üretemez. İlk yaratılışında sistemine yüklenen eşya isimleri ve üzerine eklenen vahiy ile bilgi üretim merkezi teşekkül ederek üretim başlar.
Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle vahyin yegâne kaynağı ilahî değildir. Şeytanlar da dostlarına vahyeder (En'âm, 121). Şeytanın vahyi ilahî vahye direniş ve münker olanı emretmek şeklinde gerçekleşir. Şeytan işini o kadar ustaca yapar ki, insan aklı, ilahi vahiy olmasaydı şeytanı hep haklı zannederdi. Nitekim birçok kimsenin aklıyla bulduğunu zannettiği şey, şeytanın fikrini kendi fikri zannetmesinden ibarettir. Kur'ân ve Sünnet'in emirlerini akıllarınca ölçüp ayıklamaya, süzgeçten geçirmeye çalışanlar işte bu tiplerdir. Şeytanî aklı kendi akılları zannederler. Aklı yaratanın emrine direnen akıl değil, şeytanın fısıldayışıdır.
Bu vakıanın altını çizdikten sonra deizme ve deizmin sinsice yakın çevremize kadar nasıl nüfuz ettiğine gelelim. Deizm nedir? Sorusuna cevap veren birçok kimsenin maalesef aslında deist olduğunu da belirtmiş olalım. Şöyle ki, Antik Yunana kadar geri gittiğimizde, Aristo metafiziğinde deizmin yer aldığını görmekteyiz. Ona göre Tanrı, evreni yaratmış ve ilk hareketi başlatmış (muharrik-i evvel) olan kimsedir. Ancak bu yaratmasından sonra gerisine karışmamış ve âdeta kendini emekli etmiştir. İşte deizm budur. Yani hiçbir şey yoktan yere sebepsiz var olamayacağına göre fizik âlemi var eden bir gücün olması gerekmektedir ki Teo (tanrı) odur. Böyle bir tanrının dahi varlığını kabul etmeyenler ateist olurlar. Sadece yarattığını fakat daha sonra hiçbir şeye karışmadığına, vasıfsız hale geldiğine inananlar ise deist olurlar. Yani ortada sıfatlardan yoksun bir zat vardır. Aslında o zat da determinizmin dayatması sebebiyle var kabul edilmek zorundadır. Zira ortada inkâr edilemeyecek bir âlem olduğuna göre onu var eden birinin de var olması zorunlu sonuçtur.
Yaşadığımız zamana geldiğimizde, etrafımızda sıklıkla gördüğümüz bazı popüler kimselerin, İslâm’a ısrarla katkı sağlama sevdasına düştüğünü görmekteyiz. Pozitif bilimlerde “hakikat” in hep gelecekte olduğu farz edildiği için, mevcut bilgi hep sorgulanır ve akademiden hep yeni şeyler üretmesi, mevcuda katkı sağlaması beklenir. Çünkü ellerinde mutlak ve tartışmasız doğruları içeren “Kitap”ları yoktur. Son nokta hiçbir zaman konmamıştır. İlahiyatın akademi içerinde yer almış olmasından olsa gerektir, bazı İlahiyatçıların da dinî bilgiye katkı sağlama tutkusu akademik faaliyetlerinin temelini teşkil eder. Üstelik bu katkı sağlama öyle ictihadî yeni bir konuyla, bir müçtehidin fetvasıyla falan ilgili değildir, doğrudan Allah’ın kelamına katkı sağlama çabasıdır. Bu hususu biraz açalım.
Etrafımızda varlıklarını her geçen gün daha fazla hissettiren bazı İlahiyatçıların Kur’ân-ı Kerîm’i kısmen tarihsel buldukları artık gizli, saklı bir durum değildir. Birçok kimse âyetlerde geçen müşrik ifadesinden sadece EbûCehil’i, EbûLeheb’i, münafık ifadesinde Abdullah İbnÜbeyyİbnSelûl’ü anlamakta, Kur’ân-ı Kerîm’i bir Siyer-i Nebî kitabı gibi görmektedir. Bu kimseler, şahsî düşüncelerini destekler türden âyet bulurlarsa o takdirde “Kur’an da böyle söylüyor” demek suretiyle Kutsal Kitabımızı sadece kendi iddialarına payanda olarak kullanmaktadırlar. Bunlar arasında Kur’an-ı Kerim’in bir kısmına inanandan tutun, “aklı yeterli olanın vahye ihtiyacı yoktur, vahiy aklen yetersiz olanların bilgi kaynağıdır” diyenine; “vahiy iki çeşittir; biri peygamber aracılığıyla gelen diğeri ise Allah’ın doğrudan içinize düşürdüğü, gönlünüze doğandır, bu ikisi çatışırsa siz içinize doğana tâbi olun” diyeninden, “Allah’ın sözü ile benim sözüm arasında bilgi değeri olarak bir fark yoktur” diyenine; “Allah Kur’ân-ı bir kitap olarak göndermekle iyi mi yaptı? Bence Kitap olmasaydı daha kötü bir durumda olmazdık” diyenine ve hatta “Kur’ân’daki bazı âyet ya da ifadelerin Allah’a ait olması akla aykırıdır, bunları Hz. Peygamber eklemiştir” diyenine şahit olmuşuzdur.
Bir kimsenin Kur’ân-ı Kerim’e bakışını anlamak için ona “Allah bugün bir kitap gönderseydi bu Kur’ân’ın aynısını mı gönderirdi?” sorusunu sormanız yeterlidir. Aynısını göndermeyeceğini söyleyenler ya da söylemese bile aynısı olmayacağına inananlar Kur’ân-ı Kerîm’i tarihsel bulanlardır. Bu kimseler Kur’ân’ın bazı hükümlerinin “güncellenmesi” gerektiğine inanırlar. Çünkü onlara göre:
“Dünya, 1400 yıl öncesinin dünyası değildir. Aradan geçen zaman zarfında birçok şey değişmiştir. Yaşadığımız çağ, bilgi çağıdır, teknoloji çağıdır, uzay çağıdır, post modern çağdır vs. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’in gündelik hayatımıza yönelik düzenlemelerinin bazıları güncellenmelidir. Zaten “Ezmanıntegayyürü ile ahkâmın tegayyürüinkâr olunamaz” (Mecelle, md. 39). genel kabul görmüş bir kaidedir.Hem ülke özelinde hem de dünya genelindeki Müslümanlar olarak batı medeniyeti karşısında geri kalmışlığımızın sebeplerinden biri de klasik din anlayışımızı güncelleyememiş olmamızdır. 1400 yıl öncesinin yaşam tarzını, toplumsal düzen kurallarını, değer yargılarını, suçtanımlarını, cezalandırma biçimlerini, günah türlerini bugüne dayatmak İslâm’ın çağdışı bulunmasına sebep olacaktır. Kur’ânâyetleri teleolojik (gâî) yoruma tâbi tutulmalı, geldikleri vahiy sürecindeki şartlar göz önünde bulundurulmalı ve söylenenden ziyade söylenmek istenen üzerinde durulmalıdır. Sosyal gerçeklik göz ardı edilmemeli, buna göre dinî düşünce yeniden yapılandırılmalıdır.”
Bu iddiaları daha da uzatmak mümkündür. Haklılık payı var mıdır? Bu tartışılır, ancak bu yazının kaleme alınmasındaki amaç bu değildir. Şu kadarını söylemekle yetinmiş olalım. Değişen dünya mıdır? Dünyada yaşayanlar mıdır? Değişim demek olumlu yönde ve olması gerekene doğru mudur? Acaba değişim ile fesat arasındaki fark göz önünde bulundurulmakta mıdır? Bozulma değişme midir? Teknolojinin her gün biraz daha hayatımızın bir parçası olmasını mutlak surette olumlu bir gelişme midir? Sanayi ve teknolojide ilerleme adına her geçen gün biraz daha dışa bağımlı hale gelmek ne kadar sağlıklı bir değişimdir? Bilişim teknolojilerinin baş döndürecek bir düzeye gelmesi insan kalitesini olumlu yönde mi etkilemiştir? Beşerî münasebetlere, insanların ilim ve irfan düzeylerine bir kalite mi getirmiştir? Allah’a kullukta eskilere nazaran ciddi bir artışa mı sebep olmuştur? Müslümanın dünya imtihanında daha başarılı olmasına vesile mi olmuştur? Eski ulemayı, eski mimarları, eski hekimleri, eski gönül doktorlarını çırak çıkaracak bir nesil mi yetişmiştir…? Ahkâmın değişme gerçeği fıkıh kitaplarına hangi yüzyıldan sonra girmiştir? Neden başta kabul görmemiş bir görüş, özellikle Müslümanların, hayatın hemen her alanında batıyı rol model kabul etmeye başlamasından sonra genel geçer bir kanun gibi küllî kaideler arasında yer almıştır? Külli kaideler arasında yer alan bu değişime cevaz veren kaidenin kapsamı hangi hak ve yetkiyle Allah’ın kitabındaki hükümlere ve Hz. Peygamberin sünnetine de uygulanmaya çalışılmaktadır? Sözü edilen kaideye yer veren Mecelle gibi kanunî düzenlemelerde hangi bağlam ve sınırlılıkta konunun ele alındığı neden gözardı edilmekte ve bütün ahkâmın değişmesinin inkârı kâbil olmayan bir gerçekmiş gibi kitlelere yanıltılmasına neden çaba sarf edilmektedir? Teorik olarak güncellemeyi kabul ettiğimizde, bu güncellemeyi yapacak merci neresidir? Bunu hangi yetkiyle yapacaktır? Güncellemede ortak bir görüş esas alınabilecek midir? Askeri dönem ürünü anayasalarını bile güncelleme bu kadar zor iken, Allah’ın kelamındaki ahkâmı güncelleme düşüncesi nasıl bir aklın ürünüdür? 2 milyar kişinin 3 tanrıya inandığı, 1 milyardan fazla kişinin ineği kutsadığı, bir o kadarının hiçbir yaratıcıya inanmadığı bir dünyada evrensel bir ortak akıldan bahsedilebilir mi?
Bütün bunlardan da öte, Kitâb’ı gönderenin bütün bu değişimlerden haberi yok mudur? Bütün bu değişimler karşısında O çaresiz midir? O’nun söyleyeceği bir şey yok mudur? Sahi dünyada Allah’a rağmen bir değişimin olması mümkün müdür? Dünya Allah’ın kontrolünden çıkmış mıdır? Yüce Yaratıcı olaylar karşısında bir şaşkınlık içinde midir? Oysa onun ilmi ve rızası olmadan bir yağmur tanesinin bile düşmeyeceği, kuru bir yaprağın bile dalından kopmayacağı O’nun kitabında yazmaktadır. Değişimi savunanların inandıkları Allah yoksa bu vasıflara sahip değil midir?
Güncelleme düşüncesinde olanların inandıkları Allah artık bazı sıfatlardan yoksun mudur? Yaratan, yaşatan, öldüren, sonra tekrar dirilten, rızık veren, sağlık veren, her şeyi işiten, her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeye gücü yeten Allah acaba “kelâm” sıfatını yitirmiş midir? Madem O’nun belirlediği günahlar güncelliğini yitirmiştir neden bu durum karşısında kendisi bir güncelleme yapmamaktadır? Birilerinin karşıdan:
“Allah akıl vermiş, fikir vermiş, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde ‘akletmez misiniz’, ‘Ey akıl sahipleri mukayeseler yapın’ demektedir. Allah söyleyeceğini söylemiş ve artık gerisini Müslümanlara bırakmıştır. Müslümanlar buna göre zaman ve şartlara göre uygun, dinamik, realist , çağdaş fikirler üretmelidirler”
Demeleri mümkündür. O zaman aklımıza şu soru gelmektedir: Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği son kitaptır. Bundan önceki kitapların, tabiri caizse güncellemesini bizzat kendisi yaparak, her fesat döneminden sonra bir yeni kitap gönderirken, neden şimdi bu güncelleme işini insanlara bıraksın? Cenab-ı Hakk’ın kendine düşen bir işi insanlara bıraktığı ne zaman görülmüştür? Allah, çağımız insanlarına akıl vermiş de bizden öncekileri akıldan mahrum mu bırakmış ki, onlara böyle bir görev tevdi etmemiş de bize “aklınızla bulun” demiştir? Sizin inandığınız ilah, 104 kitap göndermeye kâdir de 105.sini göndermekten mi âcizidir? Sahi siz nasıl bir Allah’a inanıyorsunuz? Sıfatlarından yoksun bir zata inanmak deizm değil de nedir?
Allah’ın yarattığı klasik eli kullanmak yerine onu söktürüp neden daha fonksiyonel bir el, ya da göz taktırmıyorsunuz? Yoksa siz “Tanrı İnsanın 1.0 modelini yaptı, biz onu geçip 2.0 modelini yaratacağız” diyen Ray Kurzweil gibi düşünen insanların değirmenine su taşıdığınızın farkında değil misiniz? TBMM’nin çıkardığı bir yasayı bir başka organın, bir başka kurumun değiştirmesi ya da bir kimsenin yazmış olduğu kitabı, onun sağlığında ya da vefatından sonra bir başkasının güncellemesi nasıl imkânsız ise Allah’ın koyduğu hükümlerin başkası tarafından güncellenmesi de o kadar imkânsızdır. Böyle bir düşünceye cüret etmek hukukî değil imanî bir problem demektir. Kur’ân-ı Kerim Rabbimizin bize yönelik son sözüdür. Halkın ifadesiyle “ağanın sözü üzerine söz söylenmez” de Allah’ın sözü üzerine söz söylenebilir mi? Helal de bellidir, haram da, günah da bellidir sevap da. Hak da bellidir, bâtıl da. İnsana düşen sadece emredileni yapmak ya da yapmamaktır. Allah’a akıl vermek değildir. Kur’an-ı Kerim daha insan yaratılmadan önce var olan Fermân-ı İlâhîdir ( Rahman, 2-3). Kitabı, Hz. Âdem yeryüzüne ayak basmadan önce vardı ve sabah-ı haşre kadar olacak olanların tamamı hakkında bilgi vermektedir. Zatın ezeli olduğunu kabul edip de kelam sıfatının hâdis olduğu nasıl düşünülebilir? 23 yılda Efendimize gönderilmesi Müslümanlara Allah’ın bir rahmetinin sonucudur. Birilerinin zannettiği gibi Allah kitabını olaylara göre düşüne düşüne yazmamıştır. Olayları yaratan da O’dur.
Büyük günahların Kur’ân-ı Kerîm’de bir listesi var mı ki, listenin güncellenmesi söz konusu olsun? Sadece üç yerde (Nisâ 31; Şûra 37; Necm 32) “Günahların büyükleri” ifadesi yer almış onların neler olduğu belirtilmemiştir. Tohum genini değiştiren, gıda maddelerini ifsat eden kimselerin düşmanın en yamanı olarak ifade edilmiştir (Bakara 204-205). Bir kişiyi haksız yere öldüren kimsenin, bütün insanlığı öldürmüş gibi kabul edildiğini beyan eden Kelâm-ı Kadîm’in (Mâide 32) daha ne söylemesi beklenmektedir. Bir kişiyi öldürmek, bütün insanlığı öldürmekse, kitle imha silahlarını üretmenin ve kullanmanın ayrıca Kur’ân’da var olmasına gerek var mıdır?
Kur’ân-ı Kerîm’in muhteva, şümul, evrensel, zaman ötesi olma ve ifade problemi yoktur. Sadece muhataplarının algı problemi vardır, güven problemi vardır, inanç problemi vardır. Bir de Kur’ân-ı Kerîm’i doğru anlamanın inanç ve bilgi ile ilgili vazgeçilmez şartları vardır. Söz konusu şartları taşımayan kimselerin Kur’ân-ı Kerim’i doğru anlamaları mümkün değildir. Öyle olmamış olsaydı gece gündüz Kur’ân-ı Kerîm okuyan oryantalistlerin hepsinin Müslüman olması gerekirdi.
Kalın Sağlıcakla
Genel Yayın Yönetmeni