Tasavvufla Problemli Olan Diyanet mi Yoksa Başkanı mı?
Kutsal kitabın otoritesini sarsıp bütün gücü şahsında toplama gayretine giren Papa, İncil'i yalancı çıkarabilmek için "Bilime aykırı" olduğu projesini başlatmış, zahiren bilim adamlarıyla çatışır gibi görünürken gizli gizli onları desteklemişti. Pavlus'un dediği gibi önemli olan Papa'ya inanıp güvenmekti. Kutsal metinler şaibeliydi ve muharrefti. Nasıl olsa Papa günahları affedebiliyordu. Bu hem rantabl hem de kestirme bir dindarlıktı. Hem papalık hem de halk bu yeni tarz dindarlığı benimsemişti. Sonuç "Bilime aykırı kutsal merduttur" oldu.
Biz batıdan fen ve teknolojiden ziyade sosyal sorunları transfer ettiğimiz için "Bilimle çatışan Nasları" bir çırpıda ıskartaya çıkarıverdik. Sorguladık, yıprattık, itibarsızlaştırdık. Ama bilim adamı diye pazarlanan kimselerin peşine düşüp de kim olduklarını araştırma zahmetinde bulunmadık.
Dinin bilime kurban edilmesinin ve cevap yerine sorunun ilim diye, doğru düşünce diye pazarlanmasının önündeki en büyük engel tasavvuftu. Tasavvuf, naslara akılla posta konulmasına engel oluyordu. Çünkü tasavvuf, vahye direnenin akıl değil nefis olduğunu biliyordu. Dimdik bir nefis elbette vahye direnecek, dikleşecekti, onun için terbiye edilmesi gerekiyordu. Bu görevi de tasavvuf üstlenmişti. Gitmeliydi.
Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton gibi gizli örgütlerin ellerine tutuşturdukları parşomenleri icat gibi pazarlayan "bilim adamları"nın ipliğini pazara çıkaran da tasavvuftu. Gitmeliydi.
Sokratesin saçma sapan sorularına, pagan zihniyetlerin kuruntularına kısa ve net cevap vererek felsefenin İslâm coğrafyasında tutunmasına engel olan tasavvuftu. Gitmeliydi.
Hayatın amacını sermaye sahibi olmaya indirgeyen ve sermayeyi elde etmek için her yolu mubah sayan kapitalizmin önündeki engel tasavvuftu. Gitmeliydi.
Düğmeye basılmıştı, önce mutasavvıflar itibarsızlaştırılacaktı. Bunun için sahte kimlikler müteşeyyihler piyasaya sürüldü. Onların yaptıkları rezillikler ortaya saçılarak halkın gözünden düşmeleri, aşağılanmaları sağlandı. Tartışmasız olan haramları meşru kabul eden bir sürü soytarı şeyh diye reklam edildi. İlimden zerre miktarı nasibi olmayan figüranlar ehli irfan gibi lanse edildi. Günah çıkarma, endüljans gibi istismar yollarını tenkit adına Luther'in "Tanrı ile kul arasına girilmez" ifadesi tasavvufu şirk gibi göstermek adına alabildiğine kullanıldı ve tasavvuf "resmi din anlayışı"nda mahkum edildi.
İslâmın bu en değerli müessesesinin hak ettiği itibar, mümessillerinin de hırpalanması sonucunda dini hayattan uzaklaştı. Cenab-ı Hak da kadir bilmez bu milletten dostlarını hızla çekti. Oysa Edebalı olmasaydı Osman Gazi, Akşemseddin olmasaydı Fatih, Yahya Efendi olmasaydı Kanunî olmazdı. Mevlana'nın, Yunus'un, Hacı Bayram Veli'nin ölüsü bile toprağın üstündeki "hayat kokan leşler"den çok daha faydalıydı. Ama o iyi insanların hemen hepsi şairin dediği gibi iyi atlara binip gittiler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, bir çok seneler geçti, dönen yok seferinden.
Geçen günlerde Din İşleri Yüksek Kurulu'nun ilk 24 ismi Başkanın belirlediği şekilde teşekkül etti. Listede yer alan akademisyenler arasında fıkıhçı, tefsirci, hadisçi hocalar vardı. Mutezilî zihniyete sahip hocalar, selefî söyleme sahip hocalar vardı. Emile Durkheim'in, Max Weber'in bilim diye pazarlamaya çalıştığı ve üzerinden 150 yıl geçmesine rağmen hala kendini ispat edememiş olan Sosyoloji'nin temsilcisinin yanı sıra elektrik mühendisi olanlar bile vardı. Ama bir tane mutasavvıf, hatta tasavvuf tarihçisi bile yoktu.
Acaba ülkemizdeki tasavvufi oluşumlar ve tarikatlar sayın başkana göre hadi diyelim dinin bir parçası değildi, sosyolojinin de bir parçası değil miydi? Tasavvufa karşı bu mesafeli duruş kurum olarak Diyanetin mi yoksa onun başkanının mı zihin yapısını yansıtmaktadır?
Sözlerimizi Yunus'un şu mısrası ile bitireyim:
"Dervişlere taş atan iman ile göçer mi?
Kalın Sağlıcakla
Genel Yayın Yönetmeni